İstanbul Sözleşmesi Üzerine - Siyaset Bilimi Bölümü Emekli Öğretim Üyesi Feride Acar
Merhaba, TCÇT (Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Topluluğu) olarak İstanbul
Sözleşmesi’ne dair sorularınızı toplayarak Feride Acar’a yönelttik. Feride
Hocam hoş geldiniz. Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
Çok teşekkür ederim ben Feride Acar. Orta Doğu
teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümü emekli öğretim üyesiyim. 40 yıl
kadar siyaset bilimi bölümünde hocaydım. Aynı zamanda
sizin için özellikle anlamlı olan Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin toplumsal
cinsiyet ve kadın çalışmaları ve anabilim dalının kurucu başkanıyım. On yıl da bu bölümün başkanlığını yürüttüm. Bununla
birlikte şimdi konuşacağımız konularda uluslararası örgütlerde, hem Birleşmiş Milletler ’de hem de Avrupa Konseyi’nde kadın
hakları konularında çalışmış bir insanım.
İstanbul Sözleşmesinin ortaya çıkış nedeni
nedir yani hangi dava üzerine ortaya çıkmış bir sözleşmedir bundan kısaca
bahseder misiniz?
Tabii ki bu konuda birtakım yanlış bilgiler de
ortada dolaşıyor bu vesileyle ben bu bilgileri de düzeltmeyi uygun görüyorum. Bu sözleşme tek bir dava üzerinden ortaya çıkmış bir şey değil, bir
davanın gerçekten büyük etkisi vardır ondan da bahsederim. Ama 1990lardan bu
yana Avrupa’da kadına yönelik şiddet konusunda gelişen bir duyarlılık söz
konusu. Avrupa konseyi de 47 tane Avrupa devletinin üye olduğu uluslararası bir kuruluştur ve
merkezi İstanbul’dadır. Türkiye’de Avrupa konseyinin kurucu
üyelerinden biridir ama Avrupa konseyinin üzerine oturduğu
dayanaklar demokrasi
ve insan hakları kavramlarıdır. Dolayısıyla 1990lardan bu yana kadınlara
yönelik şiddet bütün dünyada ilgi çekmeye başladığı gibi
de Avrupa’da da bunun artık Avrupa’da ilgilendiren bir mesele olduğuna ortak
kanaat getirilmiştir. Bunun üzerine Avrupa Konseyi birçok farklı çalışma
yapmıştır, kampanyalar düzenlemiştir, değişik ülkelerde kadına yönelik şiddet
konusunda ne gibi önlemler alınıyor, nasıl uuygulamalar var üzerine birtakım girişimlerde
bulunulmuştur. Ben bu girişimlerin en sonuncusunda, 2006-2008 yılları arasında kurulan
görev gücünde Sekiz tane bağımsız uzmandan biri olarak yer aldım ve Avrupa’da kadına
yönelik şiddet konusunu inceledik. Yapılan bir kampanyanın detaylarına baktık. Burada şöyle
bir durum vardı, bunu belirtmekte yarar
var. Avrupa’da kadına
yönelik şiddet uzun yıllardır ötekilerin sorunu olarak düşünülmekteydi ama
doksanlı yıllara gelindiğinde artık bunun böyle olmadığını
görmüşlerdi ve
nitekim bu kurulan bağımsız görev gücü yaptığı incelemelerin sonunda çok farklı
uygulamaların olduğunu gördü. Yani bazı devletlerde birtakım
ileri yasalar vardı ve bunların uygulamaları yapılıyordu ama bazı ülkelerde de
pek bir şey yapılmıyordu. Bazı ülkelerde buna kadına yönelik şiddet deniyordu,
bazı ülkelerde ise buna aile içi şiddet ya da ev içi şiddet deniyordu. Bu tip
farklılıklara yönelik görev gücü olarak bizim önerimiz kadınlara yönelik şiddet konusunda hukuken
bağlayıcı bir sözleşme yapılmasıydı. Bu öneri kabul gördü ve bunun
üzerine de bir heyet kuruldu. Üye devletlerin hepsi birer temsilci yolladı ve
sözleşme yazıldı. Bu 2009 yılında oldu. Aynı zamanda bu Avrupa
Konseyi’nin bir başka parçası olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye
aleyhine alınan bir karar oldu. Zannediyorum bahsedilen dava buydu yani Nahide Opuz’un Türkiye’ye karşı olan davası. Bu dava, hakikaten bütün taşları yerinden oynatacak bir etki yaptı
ama zaten süreç başlamıştı. Böyle bir sözleşmeye ihtiyaç olduğu
düşünülüyordu. Bu dava ile birlikte
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarihinde ilk defa kadına yönelik şiddet veya
aile içi şiddet konusunda devletin sorumlu olduğu ve devletin bunu önlemek ve de mağduru korumak zorunda
olduğunun altını çizen bir karar verdi. Bu konuda verilmiş olan ilk karardı ve Türkiye
aleyhine verilmiş oldu. Ama ondan sonra başka ülkeler aleyhine de bu tür
kararlar geldi. Böyle bir karar gelince de böyle bir sözleşmenin gerekliliği ortaya
çıkmış oldu ve sözleşmenin yapım süreci de hız kazandı, çünkü sadece Türkiye ilgilendiren
bir konu olmadığını herkes biliyordu. Avrupa konseyi, bugün
Türkiye’de gerçekleşen bu olayın daha sonra başka bir ülkede
gerçekleşebileceğini, bunun bir insan hakları ihlali olduğunu ve bakış
açısının bu yönde değiştirilmesi gerektiğinin devletin sorumluğu olduğu
konusunu yeni bir perspektifle kabul etti ve bir müzakere süreci başladı. Avrupa
konseyine üye olan yedi devletin temsilcileri ile iki sene süren bir müzakere
süreci yaşandı. 2011’e kadar süren bu süreçte ben Türkiye’yi devlet temsilcisi olarak, Türkiye’nin
tek delegesi olarak müzakere ettim. 2011’de sözleşmenin imzaya
açılması aşamasına girildi, yani sözleşme onun maddelerini tartışan devletlerin
temsilcileri tarafından kabul edildi. Avrupa Konseyi’nin bakanlar kurulu tarafından da kabul
edildi ve sözleşme imzaya açıldı. Bu aşamada da Türkiye, Avrupa Konseyi’nin başkanlığını
yürütüyordu. Adet olduğu üzere başkan olan bir devletin bir kentinde son
toplantı yapılır ve o başkanlık döneminin de son toplantısı İstanbul’da
yapılacaktı. Toplantı 2011 yılının mayıs ayında İstanbul’da, Çırağan Sarayı’nda
yapıldı ve sözleşme orada imzaya açıldı. Avrupa Konseyi’nde adet sözleşme hangi
şehirde imzaya açılırsa oranın adıyla anılmasıydı. İstanbul sözleşmesinin yapım
hikâyesi böyledir.
Sözleşmenin toplumsal cinsiyet kavramı
üzerine nasıl bir anlamı var? YÖK’ün hali hazırda uygulamadan kaldırdığı bir
toplumsal cinsiyet tutum belgesi var. Sözleşmenin bu belgenin kaldırılması
üzerine ve genel olarak üniversitelerde toplumsal cinsiyet kavramı üzerine ne
gibi bir anlamı var? Bunu ODTÜ’den yola
çıkarak yorumlayabilir misiniz?
Şöyle başlayalım, az önce kendimi
tanıtırken Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesi olduğumu ve
toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları yüksek lisans programının kurucu
başkanı olduğumu söyledim ve bu program 1993 senesinde kurulup bu alanda ilk
diploma veren ilk programdır. Bunu neden söylüyorum, toplumsal cinsiyet kavramı
aslında akademide, sosyal bilimlerde özellikle çok daha eski zamanlardan beri
kullanılan bir kavram. 80lerden 70lerden beri Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde
okuttuğumuz ders kitaplarında toplumsal cinsiyet İngilizce karşılığı gender
olan kavram ve kelime vardır. Bu bakımdan çok yeni bir konu değil. Ancak İstanbul Sözleşmesi’nde bu
kavram ilk defa hukuken bağlayıcı bir tanıma kavuşmuştur.
Yani daha önce siyaset biliminde, sosyolojide, psikoloji de, bütün sosyal
bilimlerde yaygın kullanılan bir kavram olmasına rağmen uluslararası hukukta
bağlayıcı bir sözleşme de ilk defa İstanbul sözleşmesinde kullanılmıştır.
Bağlayıcı olmayan bir takım belgelerde örneğin Pekin platform belgesinde veya Birleşmiş
Milletler ’in kadınlara yönelik şiddet bildirgesinde gender kavramı yani
toplumsal cinsiyet kavramı kullanılır. Şimdi diyeceksiniz ki niye önemli? Bağlayıcı bir belgede kullanılmış
olması çok önemli. Sizin sorunuza direkt olarak gelecek olursak sözleşme
toplumsal cinsiyet konusunda ne diyor? Sözleşme
toplumsal cinsiyeti şöyle tanımlıyor; ben derslerimde de bu konuyu
anlatırken öncelikle tahtaya bir tarafa cinsiyet yazarım diğer tarafa toplumsal
cinsiyet yazarım Bu iki kavramın aynı olmadığını
gösteririm. Yani birisi biyolojik bir kavram diğeri toplumsal bir kavram. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi tam burada
hareket ediyor ki toplumsal cinsiyet kadınlara ve erkeklere toplumlar
tarafından verilen belli roller, davranışlar, beklentiler ve bunlara İlişkin
özelliklerdir. Burada önemli olan faktör bunun toplumsal bir olgu olduğunun
vurgulanmasıdır. Yani biyolojik olgudan farklıdır. Buna gündelik
konuşmalarımızda kadın olmak, kadın olmaktan beklentiler; erkek olmak erkek olmaktan beklentiler
diyoruz. İstanbul Sözleşmesi bunu açıklığa kavuşturacak şekilde bir tanım
veriyor. YÖK’ün toplumsal cinsiyet bildirgesi konusunda ise toplumsal
cinsiyetin yani bilimsel bir terimin yasaklanması veya üniversitelerde kullanılmasın,
bu belge artık geçerli olmasın denmesi zannediyorum kamuoyunda son zamanlarda
yaygın bir şekilde hem bu kavramın çarpıtılmasından hem de bir şekilde bundan
istifade eden bir muhafazakâr ve tutucu grupların bu kavramı adeta kötü bir
anlam yüklemeleri sonucudur. Bu bilimsel bir davranış değildir, zaten bütün üniversitelerin de
toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları programları da buna karşı çıkan, eleştiren bir
takım belgeler üretmişlerdir.
İstanbul Sözleşmesi sivil toplum
kuruluşlarına, kadın haklarına yönelik mücadele veren dernekleri ne ölçüde kapsıyor? Sözleşmenin
kaldırılmasının sivil toplum kuruluşları üzerinde ne gibi bir etkisi olacak?
Sivil toplum kuruluşları İstanbul sözleşmesi için son
derece önemli, çünkü İstanbul
Sözleşmesi kadına yönelik şiddet ile etkili mücadele için neler yapılması
gerektiğini söylüyor. Devletler bu olgu ile mücadele edebilmek için dört ayaklı bir yaklaşım göstermek zorundalar. Bunun birinci ayağı
önleme yani eğitim yoluyla veya başka yollarla kadınlara yönelik şiddetin
önlenmesi gerekir diyor. İkinci ayağı devletin koruma yani mağduru koruma,
şiddete muhatap olanı koruma sorumluluğu vardır diyor. Zaten Opuz kararı bunu
büyük ölçüde söylemişti. Bu kadını devlet koruyamamış demişti. Üçüncü ayak soruşturma ve
kovuşturma ayağıdır. Yani bu tür davranışlar soruşturmalı gerekiyorsa kovuşturmalı mahkemeye intikal etmeli ve eğer suç
olduğu tespit edilirse uygulayan cezalandırılmalıdır. Dolayısıyla bu dördüncü
ayağı da birtakım bütüncül politikalarla hareket etmek zorundadır. İstanbul
Sözleşmesi kadına yönelik şiddet toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden
kaynaklanıyor demektedir. Kadınlar ve erkekler arasında tarihten gelen bir
eşitsizlik olduğu için bu eşitsizlik kadınların lehine bir ayrımcılık getiriyor
ayrımcılığın en kötü biçimi de kadınlara yönelik şiddet. Bu durum ortada olduğu
zaman, her alandaki eşitsizlikle mücadele etmek durumundasınız yalnızca
şiddetle değil. Dolayısıyla bu dört ayak üzerinden giden bir sözleşmede sivil
toplum kuruluşlarına çok büyük bir görev düşüyor. Ama aslında bu görev de
devlete düşüyor. Devlet ve sivil toplum kuruluşları el ele çalışmalıdır. Devlet
sivil toplum kuruluşları desteklemelidir. Özellikle kadına yönelik şiddetle
mücadele eden sivil toplum kuruluşlarının kadına yönelik şiddet mağdurlarının
korunmasında ve onlarla ilgili kovuşturmaların yapılmasında aktif bir rol
alması sağlanmalıdır. Örneğin kadın sığınaklarında, şiddete uğrayan kadınların
sığındıkları merkezlerin yönetiminde sivil toplum kuruluşları olursa daha iyi,
çünkü sivil toplum kuruluşları orada konuyu en iyi bilen, konuya en yakın
çalışabilen insanlardan oluşmaktadır. Aynı zamanda mahkemeye intikal etmiş
davalarda sivil toplum kuruluşlarının mağdur ile birlikte davacı olması imkânı
sağlanmaktadır. Sivil
toplum kuruluşları da davaya katılabilmeli ve mağdura her anlamda destek
verebilmelidirler. Sivil toplum kuruluşlarının eşitlik politikalarını sağlamada
etkili olmalı ve devlet de sivil toplum kuruluşlarının bu rolünü kabul
ederek onlarla birlikte çalışmadığıdır ve çalışmalarını alan açmalıdır.
ODTÜ’deki cinsel tacizi önleme biriminin kuruluş
aşamasından bahsedebilir misiniz? İstanbul sözleşmesini yürürlükten
kaldırılması gibi bir ihtimal karşısında Üniversitelerdeki cinsel taciz de önleme
birimlerinin çalışmaları ne ölçüde etkilenecektir?
Ben üniversitelerde cinsel tacize önleme birimlerinin kurulmasının en
başından beri destekçilerinden biriyim. Bu konuda Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde yapılan çok
önemli iki tane uluslararası projenin partneri olarak çalıştım,
yürütücüydüm. Ama
birimin fiilen kurulma sürecinde orada değildim. Birimin kurulmasının hazırlık
sürecinin bir parçasıydım, yönetimin bu işi benimsemesinde doğrudan rol
aldım. Ama cinsel taciz birimi kurulduktan sonra onun içinde yer almadım, çünkü o
noktada ben artık emekli öğretim üyesi olmuştum. Ama
çalıştığını biliyorum. Eminim daha ayrıntılı bilgi almak istediğiniz durumlarda
çalışan öğretim üyesi arkadaşlarla konuşursanız daha iyi olur. Ama İstanbul
Sözleşmesi cinsel tacizi kadınlara yönelik bir şiddet biçimi olarak tanımlıyor.
Dolayısıyla bu konuda önleme, koruma ve cezalandırma İşlemlerini
sözleşmenin gereği olarak bizim de yasalarımızda olması gereken yönetmeliklerimize
girmesi gereken şeylerdir. Yani bu cinsel taciz birimlerinin ciddi bir arka
planı vardır. Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkması gibi bir olay
gerçekleşecek olursa, bunun kadına yönelik şiddet üzerinde çok büyük etkileri
olacaktır. Kadınlar devletin artık onları korumak istemeyeceğini düşüneceklerdir,
bunun içinde tacize uğrayan kadınlar, tacize uğrayan üniversite öğrencileri de
var. Ve sözleşmenin kaldırılması, üniversitelerdeki cinsel tacizi önleme
birimlerinin gücünü azaltacak, onların savundukları prensiplerin zedelenmesine
sağlayacak bir ortam yaratacaktır ve bu genç kadınlar için, genç öğrenciler
için yani üniversite yaşamı için ciddi bir geriye gidiş olur.
Bu röportajı yaptığınız, sorularımızı
cevaplandırdığınız için hem kendi adıma hem de topluluk adına teşekkür ederim.
Ekin Durmaz
Yorumlar
Yorum Gönder